Bir varmış bir yokmuş. Şehrin birinde birkaç çocuğuyla beraber eşini yıllar önce kaybetmiş olan dul bir kadın yaşarmış. Eşinin yokluğunu çocuklarına hissettirmeyen bu kadın, içlerinden birisi de zihinsel engelli olan çocuklarına saçını süpürge etmiş ve her şeyleri ile ilgilenerek onları şefkat ve merhametle yetiştirip, büyütmüş. Kıt kanaat geçinerek devam ettirdiği hayat macerası, Hakkın takdiri vaki oluncaya kadar sürmüş ve kadın çocuklarını ardında bırakarak ahirete irtihal eylemiş.Tüm aile bireyleri hüzne bürünmüş ama elden gelen hiçbir şey yok. Annelerine son görevlerini ifa ederek, onu defnetmiş ve müteakiben taziyesini kabul ederek, hayrına hatimler okutmuş, sadakalar vermişler. Su gibi geçen zaman, ilaç gibi insanların acılarını ve gözyaşlarını dindirmiş. Yalnız biri var ki dinmek şöyle dursun günbegün katmerleşmiş acısı ve içinde bir türlü sönmek bilmeyen közü, annesine olan hasretinin rüzgârı estikçe yanmaya devam etmiş. Bu, kadının zihinsel engelli olan oğlu Mahzun ‘muş. Öyle ki Mahzun’ u vefatından sonra annesi ile beraber yaşadığı evde geceleri uyku tutmamış, gündüzleri ise annesinin hatıraları tutmamıştı.Zaten zor uyum sağladığı bu hayat, annesinin ölümü ile onun içinde bitmişti. Hani annesinin ölümü onu da öldürmüştü denilse yerinde olacaktı.
Mahzun, kardeşlerinin yardım ve çabasıyla zor bir yılı geride bırakabilmişti. Annesinin ölümünden sonra çok naçar kalmıştı. Dünya ya gözlerini açtığında zihinsel rahatsızlığı teşhis edilen ve Dünya da bu hal ile yaşaması hem kendisi hem ailesi için zor olacak bu yavrucağa, mahzuniyetinin bir esamesi olarak “Mahzun” adını verilmişdi. Babaları tebessümle çocuklarına çoğu zaman “Bakın evlatlarım! Unutmayın ki Peygamberimiz (sav) “Allah mahzun gönüllerdedir!” buyurmuştur. Bizim evimizde de bir Mahzunumuz var Ona sahip çıkın.” Diyerek, Onun Allah’ın bir emaneti olduğunu telkin ederek emanete hakkıyla sahip çıkmaları gerektiğini sık sık hatırlatıyordu. Anne ve babasının gözünde Mahzun bir yana, Dünya bir yanaydı. Çocuklarda onu çok seviyor ve çok ayrı bir muhabbet besliyorlardı. Adeta evlerinin bereketi, maskotu ve sevinç kaynağıydı. Kendi aralarında Onu “Allah’ımızın mahzunu!” diyerek seviyorlardı. Babaları vefat ettikten sonra “Babamızın mahzun emaneti.” Diye daha da ilgi göstermişlerdi. Bu hal ile Dünya ya gelmek onun tercihi değildi. Allah’ın teklifine ram olmuştu Mahzun. Annesine bambaşka bir sevgisi vardı mahzunun. Babası vefat ettikten sonra da bu artarak devam etmiş, annesi onun kolu-kanadı olmuştu. Ve şimdi ise artık hiçbir şeyi yoktu. Günler geçiyordu. Mahzun her sabah kalkıp evden çıkıyor karanlık çökmeden eve dönüyordu. Çünkü annesi hayatta iken ona söz vermişti “Karanlıktan önce eve dönüp, Onu hiçbir zaman üzmeyecekti.” Annesi ölmüştü ama sözü ölmezdi. Söz tutulmazsa asıl anne o zaman ölürdü. Bunları önemsediği ve eve giriş-çıkış saatlerine dikkat ettiği için
kardeşleride onu kendi haline bırakmıştı. Bir akşam abi ve ablaları ile otururken abisi yemesi için bir taraftan meyve uzatırken diğer taraftan nerelerde vakit geçirdiğini öğrenmeye çalıştı ama nafile. Mahzun hiçbir şey söylemedi. Zaten çok konuşmazdı da. Annesinin ölümünden sonra da iyice içine kapanmıştı. Abisi onu bu ruh halinden çıkarmak için bir taraftan eliyle meyve verirken bir taraftan gününü nasıl geçirdiğini soruyordu. O ise hiçbir şey söylememişti. Az sonra abisinin yanından ayrılıp odasına gitti. Bu duruma bir anlam vermek için abisi ertesi gün iş yerinden izin alarak onu takip etmeye karar verdi. Ve ertesi sabah erken vakitte elinde bir poşetle çıkan kardeşi mahzunun ardına takıldı. Bir hayli yol gitti Mahzun. Abisi arkasında onu takibe devam ediyordu.Şehrin çıkışına kadar gelmiştiler. Ama nasıl olur! Nereye gidiyordu Mahzun? Hiçbir ayrıntıyı göz ardı etmeden takibe devam ediyordu abisi. Nihayet Mahzun adeta kaleyi andıran koca duvarlı bir yapıdan içeri girdi. Burası şehir mezarlığıydı. Abisi de kardeşinin peşi sıra içeri girdi. Abisi, Mahzun ’un mezarlığa girince inanılmaz mutlu olduğunu gördü. Olağan dışı bir şekilde gülümseyen Mahzun ‘un adımları da bir yere yetişmeye çalışırmışçasına hızlanmıştı. Nihayet annesinin kabri başında durdu Mahzun. Abisinin gözleri buğulanmıştı çoktan. Kabre doğru yaklaştığında elindeki poşeti açan Mahzun içinden çıkardığı meyveleri soymaya başladı O da nesi bu abisinin akşam yemesi için kendine uzattığı meyvelerdi. Hiçbirini yememiş ve hepsini annesine getirmiş ve sarıldığı kabir toprağına uzatarak adeta bir çocuğa yediriyormuşçasına toprağa bastırıyordu. Abisi gözyaşlarına boğulmuştu. Yanına yaklaşan mezarlık bekçisini bile fark edemedi. Bekçi abisinin arkasında durup “Bilir misin Efendi! Bu meczup istisnasız her gün buraya gelir akşama kadar burada durur ve getirdiği yiyeceği bu kabrin toprağına gömer, karanlık olmadan da çıkar gider.” Dedi…
Gerçek hayattan uyarlanmış bu hikâye, gönlümüzde bir vaveyla yaratarak zihinsel yetileri yok diye bilinen bir insanın,yokluğu (annesinin yokluğunu) tanımlamasını şaşkınlıkla müşahede etmektedir. “Yok” olan biz de var olduğunu sandığımız “yokumuz” mu? İnsanlığımız mı? ‘Yok olanı’(zihinsel engeli) ile yok olanın (annesinin) acısını çeken birilerinin var olduğu bir dünyada nasıl varlığın tadını sürebilecektik bu yok olmuşluğumuzda. Yoksa bizim tanımlamamız mı yanlıştı. Biz Mahzun için kullandığımız“YOK” kavramını sadece iki metrelik bir bez ile gideceğimiz şu fani dünyada sergilediğimiz fırıldakları ve insanlığımızdaki“yokumuz” u örtbas etmek için mi kullanmıştık acaba? Bir gün her şey yok olacaksa neden “Vardan fayda var” diyerek günlerimizi var olmak adına tüketmekteyiz? Hem ‘Var’ın tanımı nedir ki? “Yaşamak” başka “var olmak” başka değil mi? Her yaşayan, var mıdır? Veya her var olan yaşamakta mıdır? Ey yok olacak! Varlık, yokluktadır. Derman, derttedir. Bil ki! Yok olamamak, bir şeylerin yok olmasındandır. Son olarak; bura da mahzun olan orada mahzun olmayacaktır.
Selam ve Dua ile…