Bir şeyi bilmek başka,o şeye kıymet vermek bambaşkadır. Çünkü kıymet, İdrak ve kabulün neticesidir. Bunun yanında bilinen ya da bilindiği sanılan “bilmek” olgusunun da unutulmaya namzet bir kavram olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bir hadiseyi bilmek ayrı, onu kıymetlendirmek apayrı bir meseledir. Bu hususta Merhum Necip Fazıl “Kıymet hükmüne erdirilemeyen hâdise, bilinse de bilinmiyor demektir.” der. Bizler etrafındaki değerleri, kıymetleri düşünce dünyasında bilmek potasına hapsetmiş ve yaşamamıza vesile olan her değerin yaşatan taraflarına duyarsız kalmış vefasızlarızdır. Öyle ki, yaşantımızdaki bu kıymetlerin farkında olmadığımız gibi, sağıra sözümüzü, köre yüzümüzü süsleyecek ukalalıkla değer haketmeyen her şeye de değer atfetmiş, adeta vefasızlığın aymaz tarafını kimlik edinmişiz. İşte insanoğlunun bu vahamet halinde ise etrafını deyim yerindeyse kuru kalabalıklar çevirmiş ve büsbütün perişan etmiştir. Hakkı, hakikati göremeyen insan; Benlik, malayani, kibir, ucb gibi günahlara, davranış bozukluklarına maruz kalarak iyice içinden çıkamayacağı bir hal almıştır. Evet, Öyledir! Her şey insanla güzel olduğu gibi her şey insanla çirkindir. İnsanların içine girmenin büyük mükâfatı olduğu gibi, ağır yükleri de vardır. Hani Behlül Dana için anlatılır ya; “Behlül Dana şehir dışında bir yerde bir elma ağacının altında otururken yanına bir adam yaklaştı ve dedi ki; “İnsanlar şehir içinde türlü sorunlarla kıvranıp duruken ve bir Âlim’in ilim ve feyzine ihtiyaçları var iken sen neden şu ağacın altında boş boş oturuyorsun?” Behlül bir müddet adama bakar ve elma ağacının üzerindeki bir elmayı göstererek “Ben de şu anda şu elmayla konuşuyordum. Bana az ötedeki insan pisliğini göstererek şöyle dedi; “Baksana şu yemyeşil ağacın dalında nasılda kıpkırmızı salınmaktayım! Ne kadar alımlı ve güzel görünmekteyim. Ne zaman ki insanın içine girdim işte o zaman –İnsan necasetini göstererek- bu hale geldim.” Buradaki mesaj bizlere vefasızlığı kendine şiar edinen insanın, ‘kıymet’ anlayışına hele günümüzde bir hayli uzaklaşmış olmasından bahsediyor ve yakınlaşmaların, yakınmalarımıza da sebep olabileceğini hatırlatıyor. Peki, bu durumu nasıl hayra çevirebiliriz? Allahualem bunun cevabı şöyle ki; Yaptıklarımızı Allah’a ve onun rızasına yönelik yaparak ve bunun bilincinde olarak bu minval üzere yaşayarak hayra tebdil edebiliriz. Hani anlatılır ya; “Bir camiinin kapısı önünde Müslümanlardan yardım isteyen bir dilenci vardı. Kendisine verilen her yardımdan sonra “Senden almadım! Senden almadım!” diyerek karşılık veriyordu. Bunu işiten bir adam ise sadaka verirken “Ben de sana vermedim !” diyerek karşılık verdi.” burada da anlatılmak istenildiği gibi hayata dair her ne varsa alış-veriş, adab-ı muaşeret, toplumu ilgilendiren her hususta Cenab-ı Hakk’ın rızasına yönelik bir duruşla yapılmalıdır. Böyle olmalı ki, Hak katında bir karşılığı olsun. Aksi takdirde aklın ve imanın, mükellefi ile müzeyyen olmanın gereğini ifa etmemiş oluruz. Bizler, ne yapıyoruz? Meselenin merkezine maalesef insanı koyuyoruz.Beklentilerimize cevap alamayınca da veryansın ediyoruz. Merkezde Mevla ve Mevlanın rızası olmayınca ne bizim yaptıklarımız, ne de bize yapılanlar aklımızdan çıkmıyor. Neticede yanlış değerlendiriyor, hazmedemiyor bazen de telafisi mümkün olmayan hatalara dahi yöneliyoruz. Böylelikle içi boş kavramlar ve kıvrımlarla
cebelleşiyoruz. Kıymetin, Hak katında geçerli bir cevher olduğunu bilerek ve kıymetini bilerek yaşamayı niyaz ediyoruz.
Selam ve dua ile...