Hayat ne kadar da tuhaf! Bu hafta bir cenazeye katıldım. Mezarlıkta kendisine yakıştıramadıkları “ölü” kimliğini artık deruhte etmiş ve berzah yolculuğuna uğurladıkları mevtanın acısını üzerlerinde taşıyan yakınlarının acı, hüzün, gözyaşı feryat ve figan seslerini iliklerime kadar hissettiğim bir anda, mezarlığın dışından gelen düğün konvoyundaki klakson sesleri ile irkildim. Adeta secdelere kapanarak göz yaşları dökeceğimiz bir tutulma yaşıyorduk da, tutulmuşuğumuzdan hissedemiyorduk. Cenezaye iştirak etmiş olan katılımcıların da dikkatinden kaçmamalıydı. Zira, biten bir hayatın hüznü ile başlayan bir hayatın sevincinin kesiştiği fenomen bir ana tanık olmaktaydık. Aslına bakarsanız, cenazeye iştirak zaten bir başlangıca kapı aralamak değil miydi? Yani ölümün sessizliği, sesin en muazzamıydı ve her katılımcıya Dünya ya meyli nispetinde bir çığlık, bir tokat atmalı değil miydi? Bu hususta Efendimiz (sav) “Lezzetleri yıkan, yok eden ölümü çokça anınız” buyurmuşlardır. Demek ki; Bir cenazeye iştirakımız, kendimize yönelişimiz anlamını taşıyarak, Dünya lezzetlerinden uzaklaşmamız ve ukbaya yönelmemizde bizlere mihmandarlık etmeliydi. Ayet-i kerimede “O ki, hanginizin (ihsan duygusu içinde) daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölüm ve hayâtı yaratmıştır.” Mülk/2 buyrularak ahsen bir ömrün, hayat ve ölümle içi içe yaşayarak kazanılabileceği vurgulanmaktaydı. Hz.Mevlana “Dirilmek için ölünüz.” ifadesiyle bu müsemma oluşun birbiriyle kaim olduğunu vurgulamıştı. Bu mevzuu gönlümde içselleşdikçe iç, selleşiyordu. Birileri Dünya evine girerken, birileri Dünyayı ve evini terk ediyor, kabrine giriyordu. Evet hayat devam ediyordu. Merak ettiğim ise şuydu; Madem kesin olan tek ihtimal ölüm idi peki neden bütün hazırlıklarımızı hayata-yaşama yönelik yapmaktaydık? Oysa kesin olan ölüm için gereken özeni göstermiyor ve hazırlıkları yapmıyorduk. Ve cenaze. tedfin(defin) edilirken sesler uzaklaşmış ve imam efendi Kur’an tilavetine başlamıştı. Sadrı ferahlatan ilahi rahmetin parıltılarını, imamın yanına oturan bir kaç kişi de sırayla okuyordu. Her ağızda başka güzel geliyor ve her ağızı başka güzelleştiriyordu, Kur’an-ı Kerim’in sadası. Her okuyucu kendi sesinin rengine uygun olarak hakkın mesajını veriyordu. Saba makamıyla başlayan, kimisinin tiz, kimisinin pes bir perdeden icra ettiği tilavet bazen segâh bazen de uşşak makamında seyretmekte, bazen de detonelerin eşliğinde devam ederken gönlümde okuyanın okurken, dinleyenin ise dinlerken ki ihtimamını hayatına tatbikat etmesinde ki ihtimamsızlığı geldi. O anda Kur’an okumaya gösterilen özenin, onu anlamaya gösterilmemesi hüznüne büründüm. Beni bu düşünceye sevk eden gördüklerim ve yaşadıklarım yani Dünya’nın ta kendisiydi. İnsanların ses tellerine tesir ettirdiği kadar hayatlarına tesir ettiremediği Kur’an’ın boğazlarında düğümlendiğini görüyor olmak benim hatam veya ön yargım değildi. Umarım o mahreçdeki dikkatimiz, nefsimizde ihraç etmemiz gerekenlerin önüne geçtiği için kıyamet günü bir nohut tanesi gibi nefesimizi kesmez! Zira Boğaz’dan aşağı inmeyen Kur’an anlayışından Allah a sığınırız. İmamın dualarına “Amin!” diyerek. Bıraktığımız mevtanın kabrinden ayrıldık, kabirsiz ölü bedenlerimizle…
Selam ve dua ile…