Zaman-ı evvelde, bir padişahın ülkesinde,
çok yük taşımaktan dolayı, güçsüz ve zayıf
düşmüş, bir hamal var idi. Bazen odun,
bazen de su taşır idi. Gecesi ve gündüzü
kahır ve sıkıntıda idi. O kadar ağır yükler taşırmış
ki yükler vücudunda çok ağır yaralar oluşturmuş.
Teri, derisinin üstünden kan gibi akar, dudağı
sarkmış, çenesi düşmüştü. Sırtına
bir tüy düşse yorulurdu. Kargaların
sesini dinler, sinek güzünün yağında
gezerken onu seyrederdi.
Eğer arkasındaki semer alınsa
sanki geriye bir it artığı kalmış gibiydi.
Bir gün sahibi, sözde ona acıyıp
sırtındaki semeri çıkardı ve onu azat
etti. Artık yürüyecek takadı dahi kalmamıştı.
Pişen leziz ve kokulu,nefis
yemeklerin bulunduğu,aşevlerinin
önünden onlara bakarken içi geçerek
yürüye yürüye, biraz ilerilere gitti.
Orada insanlar gördü. Üstleri pırıl
pırıl, gözleri ateşli, kılını çeksen yağ
damlar, yanakları kıpkırmızı, giyimli
kuşamlı, o kadar semizdiler ki göbeklerinin
şişmanlığından, ayaklarının
uçlarını bile göremiyorlardı. Dinlene
dinlene eğlenerek rahat bir şekilde yürüyorlardı.
Başlarındaki atlastan kavukları, fesleri,sarıkları
güneş vurduğu zaman ay gibi, kimininki de halka
halka yay gibi parlıyordu. Ne sırtlarında ağır yükler
vardı ne semerleri ne hamal sırıkları ne hamal sarıkları
ne de hamal ipleri. Hem de inlemeyip hasta
bile değillerdi. Bağırdıkları zaman, dağlar taşlar,
çın çın diye öterdi. Seslerini ta yedi düvel duyardı.
Hamal onlara bakıp düşünerek kendi durumunu
gözler önüne getirip çok şaşırdı. Kendi
kendisine dedi ki “ Ben bunlarla yaratılışta, elde,
ayakta, yüzde aynıyım. Beni yaratan, onları da
yaratmış. Peki bunların başlarında böyle parlayan
taçlar neden var da bende de bu yoksulluk ve ihtiyaç
neden mevcut ? Beni o ağır yükler ve kuru
ekmek yemek bu hale getirdi de peki bunların başlarındaki
o parlayan kavukları,fesleri, sarıkları, kim
böyle ay gibi etti ?”
Bu müşkilini çözmek için birilerine sordu. Onlar
da ona “bu yörede zeki, anlayışlı ve kavrayışlı,
senin gibi çok ağır yükler taşımış, üst sınıftan, çok
günler görmüş, tecrübeli, yaşlı, ulu, bir hamal var.
Git ona sor. Senin müşkilini çözerse o çözer” dediler
ve bizim hamalı ona yönlendirdiler.
Hamal o ulu hamalın katına vardı, yüz sürdü.
Ona dedi ki “ sen bu hamallar içinde öndesin,
şeyhsin,fazılsın, ehilsin, bilgesin, yol göstericisin,
yücesin, büyüksün, erdemlisin. Senin bulacağın
çözümle, benim bu müşkilim ortadan kalkacak
ben de içimi kemiren bu sıkıntıdan kurtulacağım.”
“Bugün, bu beldede yürürken yolum düştü,
konaklar, kâşaneler, saraylar gördüm. İçlerinden
çıkan insanlar çok gösterişli ve alımlı idiler. Başlarındaki
kavuklar,fesler, sarıklar parlıyordu. Çok iyi
beslenmiş ve çok semiz idiler. Çok mutlu ve neş’eli
idiler,katıla katıla gülüyorlardı. Çok
mutlu oldukları her hallerinden belli
idi. Onların da bizim gibi gökte yıldızları
var. Ama onlar neden bahtiyar
da biz neden hep böyle gam, gussa
ve harhar içindeyiz ?”
O yaşlı ve pir hamal, buna dedi
ki “ Onlar hep altın ve gümüş işlerler,
insanların en önemli rızıkları olan
buğday ekerler, onu işleyip ekmek
gibi bir nimeti hazırlarlar. O kâşaneleri
ve sarayları imar edip insanların
rahatlarını sağlarlar.Yollar, hanlar,
hamamlar, dar-ul şifalar, mektepler
yaparlar. Onun için bunlar, padişah
efendimizin göz bebekleri gibidirler.
Padişahımız efendimiz, onları
hep kollar ve korur. Onlar padişah
efendimizin nezdinde çok yüce bir
yere sahiptirler. Beyt-ül maldan, yaptıklarının kat
be katını alırlar. Helal haram demez, doymak bilmezler.
“Haram-helal ver Allah’ım. Kulun doymaz
yer Allah’ım’ derler.”
Bunlarda, gurur, kibir, enaniyet, dünya hırsı
had safhadadır. Bunlarda, fikir, ifade, inanç ve
teşebbüs hürriyetleri, kul hakkına saygı, can, mal
ve namus güvenliği mefhumu yoktur?.. Bunların,
bozmadığı, dejenere etmediği, işgal etmediği bir
kurum kalmamıştır? Halk bunlardan nefret eder.
Ama Devlet-i Âli’de saygın bir yer işgal ederler.
Onların, padişahımız nezdinde yeri bundandır. Bu
yüzden başlarına devlet tacı konmuştur. İçleri ve
dışları et ve yağ ile dolarak semizleşmişlerdir.”
“Bizim ise işimiz odun ve ağır yük taşımaktır.
O odun ki insanların içlerini yakar. İçimize ateşi
koyan da o değersiz nesnedir. Onların yaptıkları
yanında, bizim yaptığımızın karşılığı budur.” dedi.
Hasta, zayıf, cılız, dertli hamal, pir hamalın yanından,
gönlü kırık, ağlayarak ayrıldı.
Düşüne düşüne,o gösterişli ve alımlı insanların,
saray, konak ve kâşanelerinin önlerinde çok
lüks, gösterişli, güneş vurduğu zaman, parıl parıl
parlayan vasıtalarını gördü. “Gidip ben de o vasıtaları
süreyim, eğlenip biraz yücelik bulayım “dedi.
Sanki onlara kin tutmuş gibiydi. Aşkla şevkle,
birisinin üstüne çıkarak sürmek istedi. Meğer o
vasıta sürmeye hazır imiş de hamal bunu bilmiyormuş.
Sürmek isteyince o vasıta hareket etti.
Hamal onu durduramadı. O vasıta hızla, o vasıtadan
diğerine, ondan ötekine, ondan ona, çarpa
çarpa nihayet bir yerde durdu. Ama gel gör ki o
güzel, parıl parıl parlayan vasıtaların yerinde şimdi,
değersiz, parıltısız, bir hurdahane duruyordu.
Görenler burası bir hurdahane dediler. O güzelim
vasıtaların yerinde yeller esiyordu.
Eğlendim, şenlendip deyip önce nevva-yı uşşak
makamında bir türkü tutturdu. Avazı çıktığı
kadar bağırdı. Coştukça coştu. Sesini git gide yükseltmeye
başladı. Sonra muhayyer makamında
söylemeye başladı. Sesi de hiç mi hiç güzel değildi.
O kadar çektiği yükler onda takat bırakmamıştı.
Zaten,nimetler ezgisiz olunca gam olurmuş, misali.
Vasıtaların sahipleri bu sesi duyunca dışarı
koştular. Vasıtalarını böyle görünce, içlerine kor
ateş düştü. Ah vah edip ağlayıp sızladılar. Mal
canın yoncası dediler. Hamala,önce çok ağır sözler
söylediler. Öfkeleri dinmedi. Ellerine sopaları
alarak bu hamalı,eşek sudan gelir misali bir güzel
dövdüler. Kendilerini yatıştıramadılar, yürekleri
soğumadı. Bıçakları alıp hamalın burnunu, kulaklarını,
yanaklarını, saçlarını kestiler, üstünü başını,
hallaç pamuğu gibi attılar.
Canı yanan hamal, göz yaşı yerine, kan dökerek
oradan kaçmaya başladı. Karşısına aniden
pir hamal çıktı. Durumu sordu. Hamal, feryad ü
fidan ile, yalvarıp inleyerek “ ben de biraz eğlenip
o alımlı insanlar gibi olayım dedim, bilmedim bu
düzenin böyle olduğunu. Eğer zayıf isen, aşağıda
isen, zengin ve güçlü değilsen, beyt-ül malı çalıp
soymuyorsan, hak hukuk tanımıyorsan, kimin
kimsen yok ise, eziliyorsun, toplumda yerin olmuyor.
Seni kendilerinden kabul etmeyip sana hayat
hakkı tanımıyorlarmış meğer.,.” diyerek feryat ve
inlemeleri göklere çıktığı halde, yüzünü arşa çevirerek:
“ Adalet ey İlahî adalet !..
Kimsesiz hiç kimse yok
Herkesin var bir kimsesi
Ben bugün kimsesiz kaldım
Yetiş ey !.. Kimsesizler Kimsesi
***
Ey yardım edecek kimsesi olmayanların imdadına
koşan!..
Ey yol gösterecek kimsesi olmayanlara yolu
gösteren!..
Ey merhamet edecek kimsesi olmayanlara
merhamet eden (Allah’ım!)” diyip ağlaya inleye,
feryadı arşa çıkarken, oradan uzaklaştı.
Selam ve saygılarımla…