“HAK EMRİNE OL METİN” ŞİARIDIR ÜMMETİN

Tanıyormuş edasıyla yürüyoruz yabancısı olduğumuz sokaklarda, yollarda. Kendimizsiz kendimizle başka bir yolcunun yolculuk serüvenine girişmiş gibiyiz... Ürkek adımlarımız, nefsi tarafından yürümekle emrolunmuş emir eri gibi düşüncesiz ve umarsız yalpalamakta… Çok ileri gittik çok! Yaşayamadığımız çağda “Çağ atladık.” diye sevindik. Gelişemediğimiz halde gelişmeleri yakından takip ettiğimiz iddia ettik gelişigüzel. Bi Bakalım Gelişmek mi, çelişmek mi..! Hayatımızı kolaylaştırmak adına İnsana en yakın robotu yapmadık mı robotlaşmış insanlığımızla! Dünya’yı aştık taa Mars’a gittik. İnsanlık adına “MARS” da “SU” aramaktayız. Bi bulursak tamamdır! Kendisi için aranılması en elzem şeyin “HUZUR” olduğu insan artık Mars’ta huzursuluğuyla yaşayacak. Türk Filmlerindeki “Seni saraylarda yaşatacağım!” replik ve sloganıyla ile çıkılan bu yolculukta gönül sarayını yerle yeksan ettiğimiz İnsanı umursamadık! Orada –Mars- savaşı, zulmü, intikamı, ihaneti, güvensizliği, adaletsizliği ve birçok esfel durumları yaşamayacak İnsan. “Allah Allah! Acaba orada benden başka insan olmayacak mı!” diye sormaz mı kendi kendine. Öyle ya, bu bahsedilen esfel ve rezil emareler sadece insanda var. Ee.. Bu kötülüklerin olmadığı bir yer varsa demek ki orada İnsan yoktur! Evet, maalesef ki her iki olgunun -İnsan/Nisyan- birbirine paralel olduğunu görmekteyiz. Yol uzun, yolcuda hüzün. Önünden geçtiğimiz her yapı yabancı, yabancılaştığımızdan kendimize. Aralanacak ne bir tırhıç ne de üzerindeki “kabarama” adını verdiğimiz çivilerle -ki habersizce sökerek sırf daha çok “vınlasın” (ses çıkarsın) diye “Fırfırik”lerimizin (topaç) ucuna taktığımı- sac ile kaplı kapılar yok artık! Ne pencerelerimizin komşularımıza açıldığı bir sokağımız, Ne de sofraları konu-komşuya açık evlerin kapıları yok artık! “Tebessüm, sadakadır.” Hadis-i Şerif’inin sırrı ile etrafına gülücük dağıtan anlayışa sahip insanlar ve bunu “Tebessümü bilmeyen, Esnaf olmasın.” ser levhasıyla vicdanının ve dükkânının başköşesine asan esnafımız yok artık! Paslanan gönüllerimizle beraber duygu ve his dünyamız da çürümeye terk edildi. Değil meselelerimizi çözmek, meselelere bakışta alık, her meseleye atlamakta da balık olduk! Davalarımız içselleştirilmeyince, iç selleşmedi. Okuyan güruh gâh almadı gâh kalmadı kalansa okumadı. Eskilerden bahsettik!eksikliğimizle! Eskiseydik de eksilmeseydik!Bizi bu hale sokanlar yaşantımıza dair malum ve bir o kadar sır ’da anlaşınca. Onlar sır’da anlaşmış, biz sıradanlaşmıştık. Hiçbir nasihatın fayda vermediği bizler kendimize ve kentimize yabancı birer birey olarak kalıverdik ulu orta. Ve iç geçirdik Yahya Kemal’in “Ezansız semtler” de ifade ettiği günlere; “…Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan büyüyen oynayan Türk çocukları, milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki, bizi henüz bir millet halinde tutuyor.” babanın yetişme ortamından bahsederken Yahya Kemal; “…havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinde okunan Kur’an’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.” Peki, bizler tam olarak neresindeyiz hayatın? Hangi gerekçeyle uzaklaştık kendimizden ve kentimizden? Allah aşkına bu soruları soralım, biraz kafa yoralım, yarın Hakk’ın indinde, daha metin olalım. Selam ve dua ile…