Surenin bu bölümünde, önceki kavimlerden helak olanların helak sebepleri bizlere bildirilmektedir. “Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz.” Fecr/17-20 Hz. Peygamber (sav) Mekke müşriklerine tuttukları yolun yanlış olduğunu, bu gidişleriyle bir gün mutlaka Allah tarafından cezalandırılacaklarını hatırlattıkça onlar da tam tersine, kendi yollarının doğru olduğunu, nitekim bu sayede Allah tarafından kendilerine bol nimetler ve servetler ikram edildiğini savunuyorlardı. Ayet-i kerimeler bizleri doğruya, güzele, adalete ve helal rızık peşinde koşmaya teşvik etmektedir. Yetime ikram etmek, fakiri ve yoksulu yedirmek ve insanları bu güzel amele teşvik etmek büyük bir erdemlilik ve Yüce Allah’ın razı olduğu amellerdir. Yaygın yoruma göre “Mirası hak hukuk demeden yiyorsunuz” meâlindeki 19. ayette, erkeklerin kadınların miras payına da el koymaları, kezâ yetimlere kalan mirası gasbetmeleri kınanmaktadır. Bu âyetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde burada söz konusu edilen imtihanı (ibtilâ) kazanmanın iki temel ölçüsünün olduğu ortaya çıkmaktadır: 1. Nimetin asıl sahibinin Allah olduğunu, O’nun nimeti bize, liyakatimiz dolayısıyla vermeye mecbur olduğu için değil, bir lütuf olarak verdiğini bilmek ve O’na minnettar olup şükretmek. Yüce Allah (cc) nimetini kıstığı zaman da hükmüne razı olup sabretmek; 2. Allah’ın verdiği nimetleri yoksul ve himayeye muhtaç olanlarla paylaşmak, buna başkalarını da teşvik ederek bu hususta toplumsal bir duyarlılığın gelişmesine, dayanışma ve yardımlaşmanın kurumsal bir hale gelmesine katkıda bulunmak. Mekkî surelerin ana konularından olan bu iki davranış ölçüsü, İslâmî kaynaklarda, “Allah’ın emrine saygı, Allah’ın yarattıklarına şefkat” şeklinde formülleştirilmiştir (Râzî, XXXI, 170). Gerek bu ayetlerde gerekse Kur’ân-ı Kerîm’in bütününde oluşturulmak istenen temel dinî, ahlâkî, toplumsal zihniyetin özü budur. Bu guruptaki ayetlerde cahiliye dönemi Müşrik Araplardaki Yüce Allah’a karşı saygısızlık ve insanlara karşı ise bencillik duygularının ne kadar yüksek olduğu ortaya konulmaktadır ki; Müslümanların bu durumlardan ders çıkararak mal biriktirme tutkusu ve bunun getireceği bencillik duygularından sıyrılıp, fakir ve yetimlere karşı daha şefkatli ve merhametli davranmalarını sağlamaktır. Eğer bu güzel hasletleri kendilerinde oluşturamaz ve Müşrik Araplara uyup onlar gibi olurlarsa, daha önceki kavimler gibi helak olup gideceklerdir. Bu uyarıların hemen arkasından gelen ayetlerde Kıyamet ve onun dehşet saçan sahneleri anlatılmaktadır. “Hayır, yeryüzü (kıyamet sarsıntısıyla) parça parça olup dağıldığı zaman, Rabbinin buyruğu ve saf saf dizilmiş olarak melekler geldiği ve o gün cehennem getirildiği zaman, işte o gün insan (yaptıklarını birer birer) hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ona nasıl faydası olacak!? “Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaydım” der. Artık o gün, Allah’ın edeceği azabı kimse edemez. Onun vuracağı bağı kimse vuramaz.” Fecr/21-26 Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu âyetler, benlik iddiasına, mal-mülk ihtirasına kapılarak Allah’a ve insanlara karşı sorumluluğunu unutan insana, hayatın geçiciliğini, kıyametin dehşetini, bunun ardından kendisini bekleyen, hak ettiği büyük cezayı ve sonuç vermeyecek pişmanlığı hatırlatmaktadır. “Rabbin gelip melekler de saf saf dizildiğinde” diye çevrilen 22. ayeti selef denilen, daha çok ilk dönem müfessirleri herhangi bir te’vile gitmeksizin, âyetin lafzına bağlı kalarak anlamışlardır. Bu âlimler, hesap gününde Allah’ın geleceğine inanırlar, fakat “gelmek” ten maksadın ne olduğu bilgisini Allah’a bırakırlar. Halef denilen sonraki müfessirler ise tenzih ilkesinden hareket ederek ayeti, “Allah’ın gelmesinden maksat O’nun emrinin gelmesidir” şeklinde te’vil etmişlerdir. Buna göre âyetin meâli şöyle olmaktadır: “Rabbinin emri gelip melekler de saf saf dizildiğinde...” Allah’ın veya emrinin gelmesi ve meleklerin saf saf olması gayb âleminden olduğu için bunların mahiyeti hakkında bir şey söylemek mümkün değildir. Müminlerin görevi ise âhiret hayatına ve dünyada yaptıklarından dolayı orada Allah’ın huzurunda hesap vereceklerine iman etmektir. Fecr suresinin son ayetlerinde mutmain olmuş nefisten bahisle şöyle denilmektedir. (Allah, şöyle der:) “Ey huzur içinde olan nefis!” “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” “(İyi) kullarımın arasına gir.” “Cennetime gir.” Fecr/27-30 Mutmain olmuş nefis; 27. ayette sözü edilen “imanın huzuruna kavuşmuş insan”, dünya hayatını bu modele göre yaşayıp tamamlamış olan mümindir. Bu ayetlerde Yüce Allah (cc) mutmain olmuş insana çok özel bir seslenişle seslenerek o insanı daha dünyada iken onura ederek onu diğer insanlardan ayırıyor. “İmanın huzuruna kavuşmuş insan” diye çevrilen “nefs-i mutmainne” (mutmain olmuş nefis) bu bağlamda yukarıda başlıca özelliklerine değinilen modele göre bir dünya hayatı yaşayarak ruhunu kemale erdirmiş mümini ifade eder. Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insanın iç çatışmaları yatışmış, sıkıntı ve gerilimleri son bulmuştur; o Allah ile barışık, insanlarla barışık ve kendisiyle barışıktır; dolayısıyla huzur ve tatmin içerisindedir. İnsan için en büyük saadet, kulluktaki kemali sayesinde rabbini kendisinden hoşnut etmiş, rabbi tarafından ödüllendirilerek kendisi de O’ndan hoşnut kalmış olmasıdır. Allah Teâlâ’nın cennetine kabul ettiklerini “Benim kullarım” diye anması iltifatların en güzelidir. Bu sevgi ve hoşnutlukların kullara kazandırdığı son nimet ise cennete kabul edilmeleridir. Selam ve dua ile.