Mustafa Armağan okur musunuz bilmem, ama ülke gündemimizin anlam ve önemine binaen, “İngilizlerin ‘Hind soykırımı’nı kabul edecek miyiz?” başlıklı yazısının bir hayli canınızı sıkacağına, ah’lanıp vah’lanıp ihmal ve sorumsuzluklarımızın pişmanlığına kapılacağınıza eminim.
Ermeni sorunu.
(Aslında başka bir konu vardı yazacağım ama bu yazıyı okuduktan sonra, sizlerin de okumasını çok istedim).
Yazının bir kısmını buradan aktarıyorum.
Okunmaya, üzerinde düşünmeye ve yapamadıklarımızdan ders çıkarmaya meylettirecek bir yazı.
“Ah tarih, ah!!” dedirtecek bir yazı..
***
27 Ocak 1973 günü Türkiye bilmediği bir ‘şey’le karşılaştı: California eyaletinin Santa Barbara şehrinde Başkonsolosumuz Mehmet Beydar ile Bahadır Demir, Gourgen Yanikyan adlı bir Ermeni tarafından öldürülmüştü. Cumhuriyetin 50. yılı kutlamalarına hazırlanan devletimiz önce gündeme bomba gibi düşen bu haberi anlamakta zorlandı. İyi de bu Ermeni neden durup dururken diplomatımızı şehit etmişti?
Ermeni Tehciri’nin bırakın sokaktaki adamı, Dışişleri camiamız tarafından bile bilinmediği ve konuşulamadığı bir ortamda buna nasıl cevap verileceği Ankara’ya epeyce sıkıntılı günler yaşattı. Onlar bu bulmacayı çözedursun, nisanda Paris, ekimde New York temsilciliklerimiz kana bulanacak ve soru işaretinin hacmi arttıkça artacaktı. Neden yapıyorlardı ki bunu?
Bir toplumu tarihle diriltebilir ve tarihle öldürebilirsiniz. Bir toplumu tarihle uyandırabilir ve tarihle uyutabilirsiniz. Tarih özgürleştirebilir de köleleştirebilir de. Türkiye’de okunan ve maalesef hâlâ büyük bir kısmı okunmaya devam edilen tarih, Medusa gibi okuyanların zihinlerini köleleştirmeye memur bir iğdiş etme aleti.
‘Kanla, irfanla’ kurulduğu söylenen Cumhuriyet’in ‘hayatta en hakiki mürşid’ olarak ‘bilimi’ esas almadığının en çarpıcı sayfası Ermeni sorununda kendisini göstermiş, Dışişleri Bakanlığı salonlarında Yanikyan’ın diplomatımızı neden şehit ettiği sorusu cevap bulamamıştı.
İşte bu sırada devlet Prof. Türkkaya Ataöv’e görev verdi, ‘Git bakalım, arşivlerden bu meseleyi araştır’ dedi. Ataöv bundan beş yıl kadar önce İzmir’deki bir panelde, talimat
üzerine kütüphane ve arşivlerdeki durumu incelediğini ve bu konuda hiçbir araştırma yapılmamış olduğunu hayretle gördüğünü söylemişti.
Düşünün, Cumhuriyet’in 50. yılındasınız, Ermeni sorununun varlığı üzerine çalışan bir kişi bile çıkaramamışsınız. Sonra da Aydınlanma’dan dem vur, cilala, parlat…
Papa’nın açıklaması ve AP kararıyla sorun yine kapımızda. Allah’tan 1973 sonrasında iyi kötü çalışmalar yapıldı, karşı iddialar ortaya konuldu vs. ama tren de kaçmış oldu…
California Üniversitesi’nde sosyoloji okutan Michael Mann, Türkçeye “Demokrasinin Karanlık Yüzü” adıyla çevrilen kitabında bu hususu şöyle hatırlatmış: “Yine de literatürde koca bir boşluk vardır. Türklerin dürüstçe anlatılarından yoksunuz. Kurbanlar hakkında daha çok şey biliyoruz, ki bu da ister istemez taraflı olmamıza ve olayları Ermenilerin penceresinden görmemize yol açıyor”.
***
Telaşlı da olsa bir gayret başladı. Tarih adına memnuniyet verici, ancak Prof. Mann’ın sözünü ettiği ‘koca boşluk’un doldurulmasının kolay olmayacağını da teslim etmek gerek.
Tarihçilerimizin otistikler gibi Osmanlı ve İnkılap tarihlerinin üzerine kapandığını ve dış dünya ile irtibatını büyük ölçüde yitirmiş bir vaziyette tarih yazdıklarını söyleyen Mehmet Genç hoca haklı mı haklı. Hind, Çin, Afrika, Güney Amerika… tarihçiliğimizin meşguliyet sahanına neredeyse girmiyor. Bu eksikliğimizi tarih dergisi çıkarırken daha iyi anladım. Mesela Hindistan’da İngilizlerin 1757 Plassey Soygunu üzerine yazı yazacak adam aramış, bulamamıştım. Neyse ki imdadıma Norman Stone yetişti de İngiliz ekonomisinin ancak bu adi soygunla düze çıktığını okurumuza aktarma imkânını buldum.
Tabii sen onların tarihini yazmazsan, hatta kendi tarihini dürüstçe yazmaktan çark edersen elin adamı gelir, tarihini senin adına yazar ve zamanla o sayfalar ‘senin’ tarihin haline gelir. Günün birinde bir Papa’nın veya namlunun ağzından sesini işittiğinde afallarsın.
Oysa Avrupa sömürgeciliğini, katliamlarını, soygunculuğunu didik didik etmeli değil miydi ders kitaplarımız? Soygun, talan, sömürü, katliam, soykırım denilince Batı tarihinin akla gelmesi gerekirken Türkleri (tabii diğer tebayı da) sömürenin Osmanlı olduğu tezini okuyup durduk yakınlara kadar.
Beceriksizlik, acizlik, sefahat düşkünlüğü, ne derseniz onda ama Avrupa yıldız yıldız parlıyor kitaplarımızda! Böyle bir tarihi bir halka ancak sömürgeciler okutur ve Türkiye aydını belki fiziken değil ama zihnen sömürgeleştirilmiş, Hilmi Yavuz’un deyişiyle Oryantalistleşmiştir. Kılık kıyafet ve dil gibi sembolik unsurları ödünç alarak Batılının beynini temellük ettiğini zanneden tatlısu frengi tavrı aydınımızın temel karakteri. Oysa ne bildiğimiz gibi Batı vardır, ne de bildiğimiz gibi bir Doğu. Cemil Meriç konuşsun: “Ne Batı’yı biliyoruz ne Doğu’yu.”
***
Yazı devam ediyor, İngilizler’in 1857’de yaptıkları Hind Soykırımını anlatarak.
Meramımız aslında şu cümlelerde gizli:
“Düşünün, Cumhuriyet’in 50. yılındasınız, Ermeni sorununun varlığı üzerine çalışan bir kişi bile çıkaramamışsınız. Sonra da Aydınlanma’dan dem vur, cilala, parlat”.
Oysa, bu mesele taa 1800’lerin ikinci yarısında patlak vemiş de, o zamandan beri hep bu milletin ayağına dolaşan bir pislik misali hep gündemde olmamış mıydı?
“Tabii sen onların tarihini yazmazsan, hatta kendi tarihini dürüstçe yazmaktan çark edersen elin adamı gelir, tarihini senin adına yazar ve zamanla o sayfalar ‘senin’ tarihin haline gelir”.