Geçmişle gelecek arasında kültürel bağlar kurarak bir bir köprü, millî ve manevi değerlerimizin taşıyıcısı olan Osmanlı Türkçesi, tarih çarkı içerisinde atalarımızın yüzyıllardır oluşturmuş oldukları kültürel unsurları gün yüzüne çıkarmak adına olmazsa olmazımızdır. Osmanlı Devleti sınırları içerinde kullanılan Osmanlı Türkçesi bir başka dil değil, Türkçe’nin bizzat kendisidir. Prof. Dr İlber Ortaylı’nın ifadesiyle; “Osmanlıca öyle Fransızca ve Rusça gibi aynı dil olarak anlaşılamaz. Arap harfleriyle yazılan bir Türkçedir.” Her dil asırdan asıra bazı değişiklikler geçirir ama bu durum ayrı bir dilden söz etmeyi gerektirmez. Nihayet anneannemizle dedemizin mektuplaşma dilidir. Birçoğumuzun bu mektupları okutmak için ümmi köylüler gibi adam aradığı gerçektir.” Türklerin Talas savaşı ile İslam Medeniyetini kabul etmeleri neticesinde yeni ve köklü bir kültürlenme süreci başlamış ve İslam’ın da gereği olarak yaşam tarzında değişiklikler olmuştur. İslam’ın ortak paydası olan Kur’an Elifbası (Alfabesi) ile tanışan ve özümseyen Türkler, dönemin ilim dili olan Farsça ile birleştirerek bu lisanda birçok eserler telif etmişlerdir. Şemseddin Sami Lisan ve Edebiyatımız adlı makalesinde; “Mübalağa etmeyerek ve sırf millî gayret dolayısıyla söylemeyerek yabancıların da tasdikiyle diyebiliriz ki millî lisanımız olan Türkçe, dünyanın en güzel lisanı değilse de en güzel lisanlarından biri olduğu şüphesizdir. Mesela İspanyolca ve Portekizcede o kadar çok Arapça kelime vardır ki bunların toplamı büyük bir cilt teşkil etmiştir. Lakin mezkûr lisanlar Arabi ile filan dilden mürekkeptir denilmeyip Latin zümresine mensup müstakil lisanlar addolunur.” Arapça ve Farsça ifadeler içerdiğinden Osmanlı Türkçesine dair bazı aydınlarımızın ifade ettiği gibi Osmanlı Türkçesi denildiğinde “Divan Edebiyatı’ gibi ağır üsluplu bir ifade şekli akla gelmemeli. Bu dil Bâki’nin Nedim’in, Şeyh Galip’in, Evliya Çelebi’nin dili olduğu gibi Karacaoğlan’ın, Emrah’ın da dilidir. Naima’nın, Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret’in de dilidir.” Yine bir başka ifadede (İ. Acar- Osmanlıca) şöyle ifade etmektedir;” “Mesela Fransızca diye bir dil yok. Şimdi konuşulan yazılan Latincenin bozulmuş şeklidir. Eğer Fransızlar (…) Fransızcadan Latince kelimeleri atmaya kalksalar geriye sadece 123 kelime kalır.” Devam edecek olursak “Türkler, İslam’ı kabul ettikten sonra Kur’an harflerine Türkçedeki sesleri karşılayacak yeni harfler ilave etmişler ve Kur’an harflerini temel alan yeni bir alfabe meydana getirmişlerdir. Bu yeni alfabe Müslüman Türk topluluklarında kabul görerek yaygınlaşmıştır. Karahanlılar, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi’nde kullanılan Osmanlı Türkçesi alfabesi, daha sonra Osmanlı Beyliğinin alfabesi olmuştur.” Aydın bir bakış, dilin engin ve zengin dünyasının güzelliklerinden ve kuşatıcılığından istifade etmelidir. Millet olma bilincinin insanlar tarafından idrak edilmesine yardımcı olması bakımından dilin ayrı bir önem arz ettiği gerçeğini bilmemiz gerekir. Kullandığımız dilin tüm renklerine ayrı bir önem vermek toplum olmanın gereği, bireyin olmanın ise esasıdır. Bugün her türlü ayak oyunlarıyla sürekli saldırılara maruz kalan Anadolu’muzun esnek coğrafyası birçok sırtlanın(!) iştahını kabartmaya dün olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Bu salya seanslarını birbiri ardına izleyen saldırılardan birisi de maalesef dilimize olan saldırılardır. Özellikle Osmanlı Türkçesine yönelik olmak üzere sürekli bir iğdiş etme, yalnızlaştırma ve yabancılaştırma temayülleriyle dil emperyalizmine maruz kalmaktayız. Bugün kullandığımız ifadelerin bir çoğunun kimliğimizi yansıtmadığını söyleyebiliriz. Öyle ki kadim kültürümüzün ifadelerini nazım içerisinde kullanırken “failetün-faliun…” gibi dilimizle istihaze’ye yeltenen şahsiyeti kırık şempanzeleri görmekteyiz. Maalesef bu ucube bakışı toplumun kabul ettiği fakat toplumun değerlerini kabul etmeyen mesajlarıyla bilinen hababam sınıfı repliği ile gördük ve görmeye devam etmekteyiz. Hatırlayalım: Hoca Ziya Paşa’dan sorar: “Tiz-i reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır. Erişir menzil-i maksûduna aheste giden” Yani “Acele gidenin ayağı eteğine dolaşır, yavaş giden ise amacına ulaşır.”(reftâr olan=giden) (dâmen=etek) (pây=ayak) (âheste=yavaş) (menzil-i maksûd= amaç) Cevap bizim güldüğümüz fakat edebiyatımızın tarihimizin ve talihimizin ağladığı nitelikte: “Teyzesi deftardar olan faytonla damda dolaşır..!” Bizler yaşadığı döneme yön vermek için şiarı mazi-ati olan bir nesil olarak bu münasebetsiz yaklaşımların algoritmasını çok iyi kodlamalıyız. Attığımız adımları sağlam ve bilinçli atmalıyız. Artık ceddimize dair bilgileri Avrupalı oryantalistlerden dinlemekten vazgeçip yaklaşık 300 bin yazma eseri olan kadim tarihimizin dilini öğrenerek bu yazma eserleri tozlu raflardan ve tozlu kafalardan (!) çıkarmalıyız. Gayret bizden tevfik ve nusret Allah’tandır. Rabbimiz bizleri muvaffak kılsın. Yazımızın, meseleleri bizzat kaynağından teyit eden, devasa davasını devası bilen, mevzisinde mevzusunu dert edinen bireylere merhem olması temennisiyle.
Selam ve dua ile…
Kaynak: Meb kitapları.