Kanser olan, kaza yapan, verem olan ölmez; eceli gelen ölür. Tetik çeken, intihar eden, boğazına ip geçiren ölmez. Yardan atlayan, raylara düşen, senin sesini duymayan ölmez. Ralli yapan, pati çeken, drift atan da ölmez. Eceli gelen ölür. Ötenazi isteyen, tarifsiz acılar çeken, ölümü bekleyen de ölmez. Ölümün bir durağı yok ki bekleyesin. Erkenden durağa çıkıp bitmişliğin ve bıkmışlığın hıncıyla çok beklemek isteyen var ama ölümün bir durağı yok ki bekleyesin. İnsanların vefasızlığından, çocukların hayırsızlığından, dostun insaflızızlığından bıkarak ölüm isteyenlerin satın alabileceği bir şey yoktur. Bin yıl yaşayan, dalya diyen, kendine çocuk kanı enjekte eden, makinelere bağlanmış çok kişi var, beklesen de ölmezsin ama korkunun ecele faydası yok; eceli gelen ölür. Kim olursan ol; vali, kaymakam, başkan, başbakan, padişah, seyis, bahçıvan, esnaf, memur, kadın, erkek, küçük, büyük... Ölümün yakışmadığı çok insan gördüm. İçimin acıdığı, göz pınarlarımın yırtıldığı, çok gün kafamı kaldıramadığım çok ölüm gördüm. Bir gün beni görenler de olacak, belki aynı şeyi onlar da söyleyecek ama bunun da ne çaresi ne bir çözümü ne merhemi ne ameliyatı ne de dikişi var. Vakti gelen, vadesi yeten elbet bir gün ölecek. Gözle görülmeyen canlılardan devasa yaratıklara varana kadar, insandan, nebatattan meleklere varana kadar her şey ölecek. Baki olan sadece o kalacak. Ne diyor büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı; “Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya, Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya, Duymaz bu ânda taş gibi kalbinde bir sızı: Farketmez anne toprak ölüm mâceramızı.” Bir de Üstad Necip Fazıl Kısakürek’ten dinleyelim: “Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur! Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları. Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur… Ne senin anladığın kadar, kaldırımları…