BARAJ PUANI UYGULAMASI NEDEN KALDIRILDI?..

Atatürk “Terbiyedir ki ; bir milleti ya
hür, müstakil, şanlı yüksek bir topluluk
halinde yaşatır, ya da bir milleti
esarete ve sefalete terk eder”
diyerek ne güzel söylemiştir.
YÖK, bu kararı ile kamuda çalışanları ve ülkenin
geleceğini tehlikeye attığını hele hele giriş
sınavlarının üniversiteler tarafından
yapılmasının da çok tehlikeli sonuçlar
doğuracağını çok iyi bilmelidir.
YÖK Başkanının “Barajın kaldırılmasının
sınavsız üniversite
demek değil” derken tek bir net
dahi yapamayan öğrencilerin, üniversiteye
alınmasının, ülkenin tehlikeli
bir sürece gireceğinin ve kamu
çalışmalarında tehlikeli bir sürecin
olabileceğini bilmelidir.
Barajın kalkmasının üniversitelerde
bir gerileme yapacağını, öğrenci
kalitesinin düşmesine neden
olacağını, zaten yükleri ağır olan
öğretim üyelerinin yüklerinin daha
da artacağını, bu açığı doldurmak
için de acaba yine, adrese teslim
akademisyen alınıp nitelik yok mu
olacak?..
Bunu yaşadık,okuma yazma bilmeyen, daha
okuduğunu anlamayan, dört işlemi yapamayan,
sınavlarda matematikten sıfır çeken onbinlerce
öğrenciyi ve fen puanı çok düşük bir insanı üniversiteye
nasıl alırsınız? Dünyanın hiçbir yerinde
herkes üniversite tahsili yapacak diye bir şey yoktur.
Devlet herkesi üniversiteye sokmak yerine,
onları, kabiliyetlerine göre, ilkokuldan itibaren
yönlendirip onlara kabiliyetlerine göre meslek bulmalıdır.
En doğrusu da budur. Acaba devlet neden
bu şekilde üniversitelere el koymak mı istemektedir,
hiç anlaşılır gibi değil ?..
Halbuki baraj bütün bunları engelliyordu. Sınavda
barajın konulması, çok önemli bir karar idi.
Ülkemiz açısından çok değerli idi. Ülkemizde son
yıllarda, üniversite sayıları çok arttı fakat yeterince
kaliteli öğretim üyesi yetiştirilemedi. Böyle olunca
da yeni kurulan üniversitelerin pek çoğunda
eğitimin kalitesi düştü. Barajın olması en azından
bunu bir miktar koruyordu, biraz daha kaliteli öğrencinin
gelmesini sağlıyordu. Başarı için ise kalitenin
artması hem iyi yetişmiş öğretim üyesinin
hem de kaliteli, iyi lise eğitimi görmüş öğrencinin
sayısını sağlıyordu.
Öğretim, bir ülkenin gelişmesinin ve kalkınmasının
temel taşıdır. Bir ülkede, öğretimi sürekli
geliştirip çağdaş ve modern medeniyet kurallarına
uydurmak yerine, eğer eğitimle sürekli oynanırsa
eğitim yerlerde sürünür ve esaret, sefalet kaçınılmaz
olur.
Öğretimde izlenecek yol, her an değişmeyen
belirli çizgisi olan bir eğitim olmalıdır. Bugünkü
eğitim yöntemleri yenilikçiliği engelleyici niteliktedir.
Yalnızca ezberciliğe dayanmaktadır. Bu ise
yapıcı ve icat edici, yeni nesillerin yetişmesini sağlamaktan
çok uzaktır.Eğitimle ilgili yapılacak yeni
düzenlemelerde dikkat edilmesi gereken ilkeler bu
kurallara uygun olmalıdır.
Öğretimde, fırsat eşitliğine önem verilmeli,
deney, uygulama, yaparak yaşayarak öğrenmeye
dayanan ve hayatta geçerli bilgileri veren, aktif bir
öğretim sistemi uygulanarak bütün yeniliklere ve
gelişmeye daima açık olan en ileri düzeyde bilgi
verecek bir ders programı uygulaması
yapılırsa başarılı olunacaktır.
Eğer bir ülkede yargı yerlerde
sürünüyorsa, yeni yapılan binalar
orta şiddetteki bir depremde yerle bir
oluyorsa “nerede o eski doktorlar
söylemini” daha fazla duyuluyorsa
ve yeni yapılan her bina, estetik bir
görünüm yerine,ucubeye dönüşüyorsa
bizdeki gibi, daha mezun bile
vermeyen üniversitelere doktora eğitimi
yapma hakkı tanınıyorsa kalite
ve etik değerler nerededir?..
Bu barajın kalkması zaten şu
anda gerilerde olan üniversite öğretim
sisteminin daha da gerileyeceğini
göstermektedir. Çünkü gelecek
kalitesiz öğrenci, öğretim kalitesinin
daha da düşmesine neden olacak bu da ülke
geleceğini riske atacağının habercisidir. Herhalde
bunun sonuçlarını, ileriki yıllarda, ülkemizde
olumsuz olarak daha da yaşayacağız, göreceğiz.
Yeteneği uygun olmayan birilerine üniversite diploması
verilmemelidir. Çünkü, yarın bu liyakatsiz
kişiler devlet kadrolarını işgal edecekler hem de
ehliyetli insanları engellemiş olacaklar. Devlet büyük
zarar görecek.
Zaten yıllardır, her yıl, 160 bin kontenjan
boş kalmakta idi. Tercih yapmayan öğrenci sayısı
300 binleri bulmakta idi. Bugün birçok üniversitenin;
bankacılık, sigortacılık, fizik, kimya,
biyoloji ve daha birçok bölümlerine, öğrenci kayıt
yaptırmıyor. Neden? Çünkü öğrenciler yeteri
kadar bilgilendirilmediklerini düşünüyorlar. Ama
bu bölümlerde onlarca öğretim üyesi var, akşama
kadar boş oturuyorlar.Üniversiteler de yıllardan
beri kendilerini yenilemiyorlar,bunun için gayret
de göstermiyorlar.
Bugün, üniversitelerimiz dünya sıralamalarında
bir yerlere ne yazık ki yükselemedi. En iyi
üniversitelerimiz ODTÜ, İTÜ,Bilkent, Boğaziçi,
İstanbul, Ankara, Ege…Onların bile zamanında
bir kısmı, ilk 500’e girebiliyorlardı ama bugün artık
giderek, giremez oldular. Muhterem Cumhurbaşkanımız
bile,son birkaç yıldır her akademik yıl
açılışında “Bırakınız ilk 100,200, 300,400’e
girmeyi, ilk 500’e dahi giren üniversitemiz
yok, neden?” diyerek eleştiriyor. Gerçekten neden
yok? Tabii sen liyakati, ehliyeti, başarıyı bir
yere koyup sadakata,biata,yakın akrabaya, cemaatçıya,
tarikatçıya yer verirsen olacağı budur. Bu
durumdan başarı beklemek de hayal olur. Neden
yıllardır,Nobel Ödülü alan bir akademisyen çıkaramadık
? Neden, dünya piyasasında marka değeri
olan, teknolojikbir eserimiz yok ? Bu yüzden.
Orta halli bazı ülkelerin bile, ilk 500’de üniversiteleri
var. Mesela Güney Kore’nin, her yıl ilk
100’e giren üç üniversitesi var da acaba bizim neden
yok ? Üniversitelerin bugüne kadar ülke ekonomisine
katkıları ne oldu? Hemen hemen her
köşede açılan teknoparklarda ne üretildi?
Bulundukları kentlerin sosyoekonomik yapılarını
ne kadar değiştirdiler? Tarım alanlarının ortasına,
deprem fay hatlarının üzerine, AVM ya da
otoparkların altına ya da üstüne üniversite kampüsleri
kuranlarla mı çağı yakalayacağız acaba?..
Kısaca, üniversiteler olmadan bilim toplumu, bilim
toplumu olmadan da refah toplumu olmamız
mümkün değil. Zaten bugüne kadar bu mümkün
olmadı. Bilim, üretim ve refah toplumu olmaktan
da çok uzağız.
Bunları ne yazık ki üniversitelerin kendileri
istediler. Açılan akademik kadroları adrese teslim
hale getirdikleri, eş, dost,yakınların, bilgiye, liyakata
bakılmadan mülakaatla üniversiteye yerleştirildikleri,
bugün iddia edilmekte veya sosyal medyada
yayınlanmaktadır. Bu da üniversitelerdeki
niceliğin uçuşa geçtiğini ama nitelik sorununu da
katbekat artırdığını gösterdi.
Mesela, yeni kurulan bir üniversitede, 30 akademisyenin
birbiriyle evli olduğu, bir başkasında
27 kişinin birbiriyle akraba olduğu,TBMM’ye verilen
soru önergesinde ortaya çıktığı medyada dile
getirildi. Bir diğerinde, rektörün üç kızı, bir damadı
ve yeğeninin, üniversiteye öğretim üyesi olarak,
bir ötekinde rektör eşini ve oğlunu, bir diğerinde
yönetici olan akademisyenler eşlerini öğretim görevlisi
olarak, bir ötekinde, 250 akrabanın atamasıyla
kadroların şişirildiği bir muhalif milletvekili
tarafından tespit edilerek medyaya yansıdığı iddia
edildi. Daha neler neler… Bu üniversitelere bakıldığında
ise, başarılarının,Türkiye sıralamasında
150’nin üzerinde olduğu, sosyal medyada iddia
edildi. Bu halleriyle mi bilimi teknolojiye dönüştürecekler?...
Ayrıca,rektörlerin üç yıllık profesör olma şartı
kaldırılıp bazı isimler profesör yapıldı. Atanmış
rektörler, hısım-akraba akademisyenler, işsizlik
garantili gereğinden fazla öğrenci sayısına bakılınca,
Türk yükseköğretim sisteminde gerçekten de
çok ciddi bir ‘keyfiyet’ sorunu olduğu, Türkiye’deki
her 3 üniversiteden 1’inin, hâlâ bilimsel yayını
‘sıfır’ olan 68 rektör ve tek bir yayını dahi atıf alamayan
72 rektör yönettiği,ülkedeki her 3 üniversiteden
2’sini, yöneten rektörlerin akademik varlığının
kabul görmediği, yine sosyal medyada iddia
edilmektedir.Yine, YÖK’e göre, 36 rektörün uluslararası
hakemli dergilerde hiç makalesi yoktur.
Yine sosyal medyada yapılan iddiaya göre,-
bilimsel yayınlarda intihal (aşırma.) olaylarında
Türkiye’nin, Hindistan ve Nijerya’nın ardından
dünya üçüncüsü olduğu, dünyadaki üniversiteler
sıralama kuruluşu olan “ Webometrics” Türk
üniversiteleriyle ilgili bilgi vermeyi kestiği,nedeni
ise, bizim öğretim görevlilerinin bilimsel aşırmalarıydı.
Boğaziçi Üniversitesi bir araştırma yaptı.
Yüksek lisans ve doktora tezlerinin, yüzde 34’ünde
‘ağır intihal’ saptadı. Bunun açık adı,bilimsel hırsızlıktı,
yardımcı doçentlik kaldırıldı,öğretim üyesi
sayısı artarken bilimsel kalite düştü,denildiği yine
iddia edildi.
Yine geçenlerde bir ulusal köşe yazarı “sermayesi
öğrenci olan yıllık 300 milyon lira
cirolara çıktığı iddia edilen tez borsası gerçeğiyle
acil yüzleşilip intihal yani aşırma/
bilimsel hırsızlık ve akademik unvan gaspı
durdurulmalıdır, yüksek lisans, doktora
tezleri para karşılığı yazılıp jürilerde alkışlarla,
jet hızıyla oylanıp, onaylanıyor,Türkiye
artık parayı bastıranın hukuk, öğretmenlik,
ekonomi, mühendislik, tıp gibi ihtisas
meslekleri dahil her alanda yüksek lisans
ve doktora tezi yazdırabileceği bir ülke olduğunu,
parası mı? Ekiplerinde 30 kişilik
doktor, doçent hatta profesör olduğunu,
jüriden geçme garantisi verildiğini, bölüm,
konu, teslim süresi ve üniversitesine göre
değiştiğini, lisans 2 bin lira, yüksek lisans 4
ile 15 bin lira ve doktora tezi 15 ile 30 bin
liralara yazılıyor, intihal oranı hesaplanıp
bastırılıp pizza siparişi gibi kargodan tez
teslimatı yapılıyor” diye yazdı. Eğer böyle ise,
bu çok büyük bir eğitim faciadır.
2007 ile 2016 yılları arası araştırıldığı, toplam
207 üniversitemizin tamamında intihal yapıldığı
iddia edildi.
Bizde, kamu üniversitelerinin finansmanı,
nasıl ki bir ilkokulun tüm giderlerini devlet vergi
gelirlerinden karşılıyorsa aynı şekilde sağlanıyor.
Yani, ilkokulda yedi sekiz yaşlarındaki çocukların
temel eğitimi nasıl kamu kaynakları ile karşılanıyorsa,
profesörlerin, doçentlerin olduğu üniversitelerde
de kamu, bütün giderleri karşılıyor. Peki,
bu doğru mu? Tabii ki yanlış.
Siz üniversite kuracaksınız, profesörler, doçentler
atayacaksınız, laboratuvarlar yapacaksınız
ama burada üretim yaparak, buluşlar, patentler
çıkararak gelir elde etmesi gereken üniversiteler,
aynı ilkokullar gibi, elini devlete açmış bize para
gönder diyor. Bu son derece yanlış bir durum. İşte
üniversitelerimizin, hâl-i pür melali bu.
Dünyanın gelişmiş ülkelerinde üniversiteler
bırakın giderlerini karşılamayı devlete ek kaynak
yaratırken bizde neden tersi oluyor anlamak
mümkün değil. Mesela,Harvard Üniversitesi her
yıl, bin 166 patent üreterek 22 milyar dolar gelir
elde ediyor. Bunun dışında, mezunların bağışları,
projeler, danışmanlık gelirleri toplamı, 42 milyar
doları, Harvard Üniversitesi’nin, yıllık toplam geliri,
64 milyar doları buluyor. Peki, devletten kaynak
alıyor mu ?.. Tabii ki hayır. Bırakın almayı,
burslar vererek destek oluyor. Yani sonuçta devlete
hiç yük olmadan, bilakis destek vererek yaşıyor.
İşte aramızdaki korkunç fark ortada. Çok düşünmemiz
lazım herhalde.
Barajın kalkmasında yapılan yanlış acaba boş
kontenjanları doldurmak için midir diye soruluyor?..
Eğer böyle ise, bu ülkenin pırıl pırıl çocuklarına
çok yazık. Belki ileride zamanı gelince, bütün
bu zararlar görülür de tekrar baraj konulur. Bunu
temenni ediyoruz.
Selam ve saygılarımla…

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.
  • Erzurumlu Dadaş 18 Şubat 2022 17:41

    Çok mükemmel bir yazı.Eger bir ülkede eğitim rayına konmazsa çok büyük sıkıntılar olur. Bu yazıyı tavsiye ediyorum herkes okumalı. Çok güzel teşhis edilmiş ve çok güzel çözüm konulmuş. Allah razı olsun eğitimin nasıl olması işte böyle anlatılır. Bu güzel akıcı uslubunuzdan ve bu güzel anlatiminizdan dolayı çok çok teşekkür ediyorum sayın yazar kardeşim. Sağ ol var ol.