A’LA SURESİ NÜZULÜ VE KONULARI - 2

S urenin bu bölümünde Yüce Allah (cc) Hz. Peygamber (sav)e öğüt vermesini emreder. “O hâlde, eğer öğüt fayda verirse, öğüt ver. Allah’a karşı derin saygı duyarak O’ndan korkan öğüt alacaktır. En büyük ateşe girecek olan en bedbaht kimse (kâfir) ise, öğüt almaktan kaçınır. Sonra orada ne ölür (kurtulur), ne de (rahat bir hayat) yaşar. Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer.” A’lâ/9- 15 Bu bölümdeki ilk ayette “...Öğüt fayda verirse öğüt ver” meâlindeki lafzından, öğüt verilebilmesi için verilecek öğüdün muhataba fayda sağlamasının şart koşulduğu anlaşılırsa da müfessirler, öğüt fayda verse de vermese de peygamberin öğüt vermek zorunda olduğu, âyetin böyle anlaşılması gerektiği kanaatindedirler. Râzî, öğüt vermenin veya hakikati anlatmanın ilk etapta gerekli (vâcip) olduğunu, tekrarının gerekli olmasının ise öğüdün yarar sağlaması ve böylece amacın gerçekleşmesi durumuna bağlı bulunduğunu belirtmiştir (XXXI, 144). Buna göre Hz. Peygamber (sav)’in Allah’tan aldığı tâlimatı muhataplara duyurması onun misyonunun gereğidir. Öğüt vermenin faydalı olacağı kanaatine varıldığı takdirde devam etmek de vâciptir. Ancak inkârda kararlılık gösteren, gerçekle alay eden insanlara öğüt vermek onların inkâr ve inatlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu yüzden Allah (cc), “O halde bizi anmaktan yüz çevirenden… Sen de yüz çevir” buyurmuştur (bk. Necm 53/29). Ayetteki “öğüt fayda verirse” diye çevrilen kısım, “Öğüt mutlaka fayda verir” şeklinde anlamaya da elverişlidir. Müfessirler, burada belli bir grup değil, öğüde muhatap olan herkes kastedildiği için muhatapların sayısı az veya çok olsa da bir kısmının öğütten mutlaka yararlanacağı kesindir demişlerdir. Nitekim 10. ayette bu husus açıkça ifade edilmiştir. 10-11. ayetlerde öğüdün herkese fayda vermeyeceği, ondan ancak Allah’tan korkanların faydalanacağı, Allah’tan korkmayan, isyan ve günah batağına saplanmış olan bedbahtların ise ondan kaçacakları bildirilmiştir. 12. âyet öğütten kaçmanın, hakikate sırt çevirmenin sonuçta insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermektedir. “Sonra orada ne ölür ne de yaşar” meâlindeki 13. âyet ise azabın ebedîliğini ve korkunçluğunu ifade etmektedir. Cehennemdekiler ölmezler, yaşarlar; ancak çektikleri dikkate alındığında bunun olumlu anlamıyla yaşamak olmayacağı da muhakkaktır. Buna karşılık 14-15. ayetlerde öğütlere kulak veren, kalplerini şirk, günah ve kötü ahlâkın kirlerinden temizleyen, namaz kılıp sadaka ve zekât vermek suretiyle nefsini arındıran kimselerin kurtuluşa erecekleri bildirilmiştir. Kurtuluş reçetesi bunlardır. 14. ayette “arınan” diye tercüme edilen tezekkâ fiili; “insanın nefsini kontrol altına alması, her türlü şirk, kötülük ve günahtan uzaklaşması, Allah’ın birliğine iman edip dinin emir ve yasaklarını yerine getirmesi” anlamına geldiği gibi “zekât vererek arınmak” mânasına da gelir. Ancak Mekkî surelerde yer alan “zekât” tabirleriyle (Zâriyât 51/19; Meâric 70/24), hükümleri etraflı olarak açıklanmış zekât değil, mutlak anlamıyla malî içerikli dinî görevler kastedilmiştir. Çünkü kurumsal anlamda zekât Medine döneminde farz kılınmıştır (bk. Tevbe 9/103). Şu halde ayetteki tezekkâ kelimesi hem malı haramlardan ve kul haklarından hem de nefsi günah kirlerinden arındırmayı ifade eder. 15. ayette Allah’ın adını anan ve namaz kılan kimsenin kurtuluşa ereceği bildirilmiştir. Ancak burada geçen, “namaz kılma” olarak çevrilen sallâ fiiliyle ilgili farklı yorumlar yapılmıştır. Bazı müfessirlere göre bundan maksat bilinen beş vakit namazdır; bazılarına göre bayram namazı, bir kısmına göre de “salât” kelimesinin sözlük anlamı olan duadır (Taberî, XXX, 100). Beş vakit namaz Mekke döneminin sonlarına doğru farz kılındığına ve bu sure de oldukça erken bir dönemde indiğine göre, buradaki salât kavramını da beş vakit namaz olarak değil, ilk Müslümanların beş vakit namazdan farklı ibadetleri olarak anlamak uygun olur. Belki de Efendimiz (sav)in beş vakit namaz farz kılınmadan önce kıldığı namaz dahi kasdedilmiş olabilir. Doğruyu Allah bilir. A’lâ suresinin bu bölümündeki iki ayetinde, Dünya ve Ahiret hayatı kıyas edilerek şöyle buyrulmuştur. “Fakat sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret, daha hayırlı ve süreklidir.” A’lâ/16-17 Önceki ayetlerde kurtuluşun, nefsi ve malı arındırıp âhirete hazırlıklı gitmekte olduğu bildirilmişti. 16. ayette ise insanların genellikle geçici dünya hayatı ve zevklerini âhirete tercih ettikleri hatırlatılmaktadır. Oysa âhiret hayatı daha hayırlı, kalıcı ve sonsuzdur. Bu durum, –yüce Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak– inkârcıları bir kere daha uyarmak, müminlere de böylesi yanlışlardan uzak durmaları yolunda telkinde bulunmak üzere 17. ayette vurgulu bir şekilde ifade edilmiştir (ayrıca bk. A‘râf 7/169; Yûsuf 12/109; Duhâ 93/4). Sure şu ayetlerle sona ermektedir. “Şüphesiz bu hükümler ilk sayfalarda, İbrahim ve Mûsâ’nın sayfalarında da vardır.” A’lâ/18-19 Suhuf kelimesi kitapla eş anlamlı olan sahifenin çoğuludur. Bu bağlamda kitap, Allah tarafından peygamberlere gönderilen vahyi ifade eder. Buna göre her iki ayette yer alan suhuftan maksat, Hz. İbrâhim ve Hz. Musa’ya verilen kitaplardır. Bu iki peygambere nisbet edilen sahifeler, geçmiş vahiylerin sadece birer örneğini teşkil eder. Çünkü vahiy bunlarla sınırlı değildir. İsimleri bildirilen başlıca kitaplar, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’dır. Sahifelerden 10’unun Hz. Âdem’e, 50’sinin Hz. Şît’e, 30’unun Hz. İdrîs’e, 10’unun da Hz. İbrâhim’e verildiği rivayet edilir. (bk. Zemahşerî, IV, 245). Şuarâ sûresinin 196. âyetinde olduğu gibi bu son âyetler de vahyin tek kaynaktan, Allah’tan geldiğini ve ilâhî dinlerin iman, ibadet ve ahlâk konularında aynı prensipleri, evrensel gerçekleri ve değerleri getirdiğini ifade etmektedir. Selam ve dua ile.